“Çok gezen çocuklar” artık pandemi, paramızın değersizleşmesi ve uçak bileti fiyatlarının uçup gitmesi sebepli “Pek de gezemeyen çocuklar” a dönüşse de iki hafta önce bir haftalık Malta gezimizi yapmak kısmet oldu. “Olacak mı? Gidebilecek miyiz? İzinler iptal olur mu?” diye düşünüp sorgularken bir buçuk yıl önce planladığımız fakat malum sebepten iptal olan Malta seyahatimizi gerçekleştirdik ve hemen hepimiz için seyahatsiz geçen bu tuhaf zamanlarda yaptığımız geziyi sizinle de paylaşmak istedim.
2020 yılında Deniz Tibet iki yaşını doldurmadan son ücretsiz uçak bileti şansını kullanmak için Temmuz ayına Türk Hava Yollarından bilet almıştık. Yıl sonunda ya bu biletler yanacaktı ya da yeniden plan yapacaktık. Böyle olunca kendi biletlerimize ödediğimiz tutar kadarını çocuğumuz için vermek zorunda kalsak da, adayı temmuz yerine eylülde gezmek aşırı sıcak ve kalabalıktan sıyrıldığımız için çok daha iyi oldu.

Malta ülkeye girişte dozları tamamlanmış Avrupa Birliği onaylı aşıyı şart koşuyor (Sinovac o aşılardan biri değil) ve ülkeye girişte Türkiye Cumhuriyeti aşı pasaportunu tanıyor. Yetişkinler için tek başına PCR testi yeterli değil ve 5 yaş üstü çocukların da uçuştan önceki yetmiş iki saat içinde PCR testi yaptırması gerekiyor. Uçuş öncesi https://app.euplf.eu/#/ adresinden çocuklar dahil tüm yolcular için form doldurmanız isteniyor. Bu formun ve aşı sertifikanızın yanınızda olması gerekli. Malta’nın nüfusunun %80’i aşılıymış. Adada açık havada maskeli dolaşan çok az insan vardı fakat kapalı alan ve otobüslerde maske ya da siperlik takmak zorunlu idi. Belki yaz sonunda gittiğimiz için, biz tedirgin edici bir kalabalık bulmadık.
Malta küçücük bir ada; otomobille iki ucu arasını yaklaşık bir buçuk saatte alabiliyorsunuz fakat ulaşımın yine de aşırı rahat olduğunu söyleyemeyeceğim. Toplu taşıma seçenekleri otobüs ve adanın merkezi yerleşimleri arasında kısa aralıklarla sefer yapan hızlı vapurlar. Biz trafiğin sağdan akıyor ve kaotik olması sebebiyle araç kiralamayı tercih etmedik. Yollar genel olarak dar ve çoğunlukla trafik yoğun. Taksilerin ücretlendirme konusunda pek dürüst olmadıklarını da okumuştum, eğer kullanılacaksa belki de önden fiyat belirlemekte fayda var. Bu yüzden ulaşımı toplu taşıma ve Malta’da Uber gibi hizmet veren eCabs uygulaması ile sağladık. Araç kiralamayacaksanız seyahatiniz öncesi eCabs uygulamasını indirmenizi öneririm. Otobüsle merkezi yerlere gidip o noktalardan toplu taşıma imkanı olmayan yerlere ulaşımda eCabs epey işimize yaradı. Otobüs saatleri ile ilgili de şu siteden faydalandık: https://www.publictransport.com.mt/ .
Türkiyeden sorunsuz bir uçuşla Malta’ya ulaştık. Pasaport kontrolü sonrası her birinde yardımcı sağlık personelinin olduğu desklerde formlarımız kontrol edildi ve Malta’ya giriş yaptık. Biz konaklama için Valletta’yı tercih ettik. Hem hızlı vapurların hem de ana otobüs duraklarının burada olması ulaşım konusunu biraz daha kolaylaştırdı. eCabs’tan çağırdığımız araçla Airbnb’den rezerve ettiğimiz evimize akşam saatlerinde vardık ve ilk günümüz yol ve yerleşme ile geçti. Evin lokasyonunu çok sevdik imkanları da gayet iyiydi. Valletta’nın en canlı caddelerinden biri olan Merchant Street’e dik sokaklardan birindeydi. Grand Harbour ve ana otobüs durağına 10-15 dakika yürüyüş mesafesindeydi. İncelemek isterseniz link burada: https://abnb.me/bTu9LvLyYjb Malta pek dağlık bir ada değil fakat yerleşim yerleri çoğunlukla yokuş. Buna bir de dar ve hatta bazen olmayan kaldırımlar da eklenince çocuk arabası kullanmak bazen sıkıntılı olabiliyor. Çocuk arabasının olmaması bizim için neredeyse hiç gezemeyeceğimiz anlamına geldiğinden biz bu sıkıntının üzerinde pek durmadık (plaj dönüşü arabada uyuyan on beş kiloluk yavruyu limandan evin sokağına merdivenlerce taşıdığımız akşamüstü hariç:))

İkinci günümüzde yolculuk öncesi nezle olan Deniz Tibet’i biraz dinlendirmek ve denize girmeyi ertelemek için Valletta’yı dolaşmaya karar verdik. Ana caddesi Republic Street, diğer canlı caddeleri Merchant Street, Old Bakery Street ve St. Lucia Sokağı ve bu caddelerden ayrılan ara sokaklarda dolaşmak, rengarenk cumbalı evlere bakmak zaten başlı başına keyifli. Hastalık ve yerini yadırgama sebepli uykusuz geçen gecenin ardından kahve içmek için adanın en eski cafelerinden olan Caffe Cordina’ya oturduk. İç mekanı çok güzel fakat aslında tam olarak kahveci değil restoran gibi hizmet veriyor ve biz kahvesini de pek sevmedik. Bizim deneme fırsatımız olmasa da Valletta’daki 3. dalga kahveci Lot Sixty One kahve için bir başka durak olabilir. Kahve molasından sonra Upper ve Lower Barakka Garden’ı gezip dinlenmek ve ertesi güne güç toplamak için eve döndük.

Üçüncü günde denize girmek için yakın yerleri tercih ettik ve feribotla Valletta’dan Sliema’ya geçtik. Sliema’yı dolaşıp yürüyerek St. Julians’a vardık. Sliema ve St. Julians adanın daha yeni ve modern yerleşim alanı. Restoran, cafe ve barların yoğun olduğu bölgeler. St. Julians’ta ilk olarak Balluta Bay’e geldik. Burası şehrin içinde ve tesissiz bir plaj. Etrafta birçok restoran ve cafe mevcut, akşam saatlerinde buralarda olacaksanız bu koydaki pizza restoranı Piccolo Padre tercih edilebilir. Kumsalı ana yoldan ayıran duvar boyunca amfi tiyatro gibi taştan oturma yerleri vardı. Yapay kumun ve bizim tecrübe ettiğimiz gün denizin de dalgalı olmasının etkisiyle suyu bulanıktı. Dolaşırken burada denize girip, serinleyip devam etmek olabilir fakat bütün günü geçirebileceğiniz bir yer değil. Biz de Malta’da birçok yerde göreceğiniz Costa’dan kahvelerimizi alıp, Balluta’da ufak bir piknik yapıp yürümeye devam ettik. Ve sonunda asıl eğlencenin ve gece hayatının merkezi St. Julians ve Paceville’e doğru yola çıktık, öğleden sonra iki sularında olsa da:). St Julians’ta birçok plaj mevcut, büyük oteller de çoğunlukla bu bölgede. Biz St. George’s Bay’de Paranga isimli küçük bir tesise oturduk. Burası kumluk bir plaj, denizi temiz ve dalgasızdı fakat berrak değildi. Günü burada bitirip bu sefer otobüsle evimize döndük.

Dördüncü günümüzde bu sefer Valletta’nın güney tarafındaki Three Cities’e gitmek için Grand Harbour’dan kalkan feribotlara bindik. Three Cities farklı isimleri olsa da Birgu, Senglea ve Cospicua’dan oluşuyor. Farklı dönemlerde farklı imparatorlukların yönetiminde kalan Malta’da hemen her yerleşim yerinin en az iki ismi var. Feribot Birgu ve Senglea arasında yol alarak Cospicua’ya yakın limanda duruyor. Şehirlerin en eskisi ve bana göre en güzeli Birgu. Diğer şehirlere fazla zaman ayırmayıp yürüyerek Birgu’ya geçtik. Victory Square isimli küçük (hakikaten küçük) ve trafiğe açık bir meydanı var. Meydanda birkaç cafe ve restoran mevcut fakat çok iyi olduklarını söyleyemeyeceğim. Burada kısa bir kahve ve Deniz Tibet için meyve molası verip dolaşmaya devam ettik. Rengarenk cumbalı ve kapılı evlerle dolu sokakları, çiçeklerle süslenmiş sokaklara açılan merdivenleriyle Birgu’da dolaşmak çok zevkliydi. Three Cities’den sonra güneye gelmişken eCabs’tan çağırdığımız araçla balıkçı kasabası Marsaxlokk ‘a (Marsaşlok diye okunuyor) geçtik.

Marsaxlokk deniz kenarındaki balık restoranları ve “Luzzu” denilen geleneksel Malta kayıklarıyla süslenmiş deniziyle ünlü. Sahil boyu sıralanmış restoranların fiyat aralığı epey geniş. Burada yemek yemeyip restoranlardan birinde kalamar-patates ve yerel biraları Cisk’i denedik. “Luzzu” rengarenk boyanmış, burunları sivri ve açık denizde koruyucu olsun diye de üzerine bir çift göz çizilmiş Malta’ya özgü bir balıkçı teknesi. Denizin üstünde rengarenk görüntüleri hakikaten güzel. Bu güzel görüntünün ardındaki “daha az güzel tarafı da göreyim” derseniz, benim de Malta için araştırma yaparken denk geldiğim, geçtiğimiz bahar İstanbul Film Festivalinde gösterilmiş “Luzzu” filmine göz atabilirsiniz. Adanın güney tarafına geldiğinizde denize girmek isterseniz berrak denizi ve tesisleri ile Pretty Bay plajı tercih edilebilir. Yine güneyde bizim kayalık ve uçurum oluşu nedeniyle çocukla gitmek istemediğimiz St. Peter’s Pool isimli doğal havuz mevcut. Burada dalış da yapılıyor.

Beşinci günümüzde sabah kahvaltısı sonrası Valletta’dan otobüse bindik ve yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Mdina’ya ulaştık. Mdina (İmdina diye okunuyor) şehrin surlarla çevrili kısmı ve Osmanlı İmparatorluğu kuşatana dek Malta’nın başkentiymiş. Sonrasında halkın büyük kısmının terk etmesi sebebiyle de “Sessiz Şehir” olarak tanımlanmış. Sur dışında kalan kısım ise Rabat olarak adlandırılıyor. Mdina’nın son yıllardaki popülerliği ise Game of Thrones’un ilk sezonunda King’s Landing çekimlerinin burada yapılmış olmasından mütevellit. Sur içinde ilginizi çekerse Malta Şövalyeleri ile ilgili bir müze de bulunuyor. Küçük ve gezmesi keyifli bir şehir Mdina. Şehrin tepesinde surların sınırında Malta manzarası eşliğinde oturabileceğiniz Fontanella Tea Garden isimli bir çay bahçesi mevcut. Birçok blogda ismi geçtiği için biz de buraya geldik fakat kalabalık nedeniyle burada oturmayıp benim için Mdina’nın en güzel sürprizi olduğunu düşündüğüm Coogi’s isimli mekana oturduk. Öndeki küçük bahçesinde tam biz girerken şansımıza yer açıldı. Burayı bu kadar sevmemin sebebi hem bahçesinin ve iç dekorunun çok sevimli olması hem de menüsünün genişliği oldu. Klasik yemeklerin yanında bir sürü vejetaryan-vegan seçenek sunan menüsüyle beni pek mutlu ettiler.

Burada biraz vakit geçirdikten sonra yine eCAbs ile araç çağırıp Ghajn Tuffieha (Merhaba Maltaca!) koyuna geçtik. Koya ulaşmak için orta uzunlukta bir merdivenden inmeniz gerekiyor. Plaj kumluk, şemsiye ve şezlong kiralayabiliyorsunuz. Burada Singita Miracle isimli tek bir tesis var. Hohhoyyt’un Malta yazısı sayesinde öğrendiğim bu yer için “İyi ki!” diyor ve teşekkür ediyorum. Şemsiye kiralayıp akşam yemeğine kadar kumsalda vakit geçirdik. Deniz temiz, dalgasız ve çabuk derinleşmiyor fakat sığ kısım yosunlu idi.

Akşam yemeği zamanı, gün batımına yakın restorana geçtik. Yediğim vegan pizza ve kokteylleri harikaydı. Bizim gittiğimiz gün biraz bulutlu olsa da burası muhteşem bir gün batımı izleme noktası. İster restoranda, ister kendi yiyeceklerinizle kumsala yerleşerek günü burada batırmanızı öneririm. Araçla gelmediyseniz tesisin hemen yakınında Valletta ve Sliema’ya giden otobüsler için durak mevcut.

Altıncı günümüzde hala burnu akan yavrunun ve birkaç gün önce bana da bulaşan nezlenin; dolayısıyla yine uykusuz geçen gecenin ardından kahvaltı sonrası kendimizi dışarı attık ( Çünkü açık havaya çıkınca açılıyoruz, ne yapabilirdik ki??). Bu kez adanın en kuzeyine, Mellieha Koyu için yola çıktık. Otobüsle galiba bir saat yirmi dakika kadar süren yolculuğun (belki siz giderken önünüzdeki çöp kamyonuna takılıp dakikalarca beklemezsiniz ve daha kısa sürede gidersiniz?) sonlarına doğru hepimiz gerilmişken tek dileğim “Lütfen bu yola değsin gideceğimiz yer!” idi. Sonunda otobüsten indiğimizde sahil boyunca yürüyerek sonlara doğru Munchies isimli tesise oturduk. Mellieha Koyu pırıl pırıl, berrak, balıkları izleyebildiğiniz deniziyle çok güzeldi. Tek sıkıntısı aşırı sığ olması (bence çocuklar için bile!) ve derinleşmesi için denizde epey yürümeniz gerekmesi. Bizim gittiğimizde dalgasızdı, sadece biraz akıntı vardı . Suyun sıcaklığı önceki gün girdiğimiz denize göre biraz daha soğuktu. Akşamüstü buradan ayrıldık ve Valletta’da taze makarnalarını bayıla bayıla yediğimiz, şaraplarına bayıldığımız Taproom’a oturduk. Şehri biraz da hava kararmışken tecrübe edip günü sonlandırdık.

Malta’daki son günümüzü takımadaların geri kalanları Gozo, Comino’ya ve elbette Blue Lagoon’a ayırdık. Gitmeden önce araştırırken ulaşım için sadece Malta’nın en kuzeyindeki Cirkewwa ya da Marfa limanından kalkan feribotları ve çoğu Sliema’dan ya da St. Julians’dan kalkan özel turları öğrenebilmiştim. Ev sahibimize sorduğumuzda birkaç yıldır Valletta Grand Harbour’dan kalkan ve kırk beş dakikada Gozo’ya ulaşan hızlı feribotların olduğunu öğrendik. Onun yönlendirmesi sayesinde, küçücük adada asla bitmeyen bir otobüs yolculuğu yaparak Cirkewwa’ya gitmekten kurtulduk! Sorunsuz bir yolculukla Gozo’ya vardığımızda saat onu biraz geçiyordu. Öğle saatlerindeki yoğunluğa yakalanmamak için hemen feribottan indiğimiz yere çok yakın bir yerden kalkan Blue Lagoon teknelerinden birine attık kendimizi. Dalgalı açık denizde bu küçük teknelerle sarsılarak ve belki biraz da ürkerek sonunda Blue Lagoon’a ulaştık.

Blue Lagoon’da tesis mevcuttu. İki saatliğine iki şezlong ve bir şemsiyeyi 10 euro’ya kiraladık. Tesis kullanmak istemezseniz kayalıklara da havlu atmak mümkün. Kayalık demek uçurum demek olduğu için biz “taş ve kaya aşığı” üç yaş yavrusuyla şezlong tercih edelim dedik. Blue Lagoon turkuaz ve berrak deniziyle olduğu kadar mağaralarıyla da ünlü. İsterseniz bu mağaralara da girmenize imkan veren turlara katılmak mümkün. Deniz çabuk derinleşiyor, su soğuk ve biz gittiğimizde epey dalgalıydı. Burada öğleye kadar vakit geçirdik ve tur gemilerinin yoğunlaşmaya başladığı saatlerde Blue Lagoon’dan ayrıldık. Temmuz ve Ağustos gibi daha yoğun aylarda buradaki kalabalığı hayal edemiyorum. Bu yüzden bence Blue Lagoon’u mutlaka sabah saatlerine denk getirmeli. Malta’dan geldiğimiz feribotun da burada kullandığımız teknelerin de bileti gidiş-dönüş şeklinde. Aynı tekneyle bu sefer daha da sallantılı bir yolculukla Gozo’ya geri döndük.

Gozo’yu gezmek için eğer arabayla gelmediyseniz limanda kiralayabileceğiniz küçük elektrikli arabalar ve tuktuklar mevcut. Biz yine otobüs kullanarak adanın merkezi konumundaki Victoria’ya geldik. Gelmişken hisarı (Citadella) görelim diyerek biraz tırmandık. Gozo’da tekrar denize girmedik ve yorgun hissettiğimizden Azure Window’u es geçtik (zaten çökmüş muhabbeti yaptık, evet :). Biz girmesek de adanın hemen her kıyısında tesisli ya da tesissiz birçok plaj var. Kızıl kumlu olduğu söylenen Ramla Beach (dalgalı ve bulanık sulu görünüyor), berrak suyuyla Dahlet Qorrot, ve tesis imkanı bulunan Hondoq Bay seçenekler arasında. Victoria’dan limana geri dönerken 323 numaralı otobüsü kullanırsanız, limana varmak biraz daha uzun sürse de, Gozo’nun hemen hemen bütün tarihi kiliselerini ve karakteristik ara sokaklarını görme fırsatı bulabilirsiniz. Benim izlenimime göre Malta’nın multikültürel yapısından farklı olarak Gozo’da belirgin bir Güney İtalya havası mevcut. Akşamüstü feribotla Valletta’ya döndük. Limandan merkeze yürürken, gelmeden önce okuduğum fakat aklımdan çıkmış olan Barakka asansörünü kullanarak yukarı çıkıp, şehir meydanına geldik. Son gün de olsa merdiven zulmünü bertaraf ettik! Türkiye’ye getirmek için birkaç şişe Malta şarabı aldık. Yemek yedikten sonra son kokteyllerimizi içip toparlanmak için evi yolunu tuttuk. Ertesi gün problemsiz bir uçuşla ülkeye dönüş yaptık. Türkiye de dönüşte bir form doldurmanızı istiyor fakat bizim uçuşumuzda kimse bu formu sormadı.

Malta pek çocuk dostu bir ülke sayılmaz. Deniz sezonu elbette başka bir şeye ihtiyaç duyma olasılığı düşük fakat benim araştırdığım kadarıyla deniz sezonu dışında bir zamanda çocukla Malta’da yapılabilecek aktivite sayısı pek fazla değil, klasik bir Avrupa şehrini gezerken karşınıza sık sık çıkan parklar burada yok. Olanlar zaten çok kısıtlı yeşilliğe sahip (Malta kendisi genel olarak çok kısıtlı bir yeşilliğe sahip). Popeye Village daha büyük çocuklar için tercih edilebilir. Bize pek etkileyici gelmediği (fiyat-performans açısından) ve çocuk da küçük olduğu için gitmemeyi tercih ettik. Yer altı mezarları ve tapınakları yine ilginizi çekerse gezilebilecek yerler arasında. Biz Malta’daki günlerimizi rahat ve telaşsız takılarak hem şehir gezip, hem deniz tatili yaparak değerlendirdik. Sıcağı ve kalabalığı hesaba katarak haziran ya da eylül ayında deniz tatili planlamak en rahat zamanlarda gezme şansı verir diye düşünüyorum.